Herhangi bir olay veya söze karşı fikir serdederken önce onu
anlamak, altında yatan sebepleri düşünerek analiz etmek, sonra cevap bulmak
gerekir. Toplumumuzda ise sübjektif olarak beğenilmeyen davranışlar hiç
yorumlanmadan telin edilir veya küfürle geçiştirilir. Halbuki çözüm yorumlamada
yatar.
Osmanlı imparatorluğu milletler değil AHALİ olarak
isimlendirilen halklar topluluğu idi. Yönetimin tüm varlığın sahibi, kişilerin
de kul olması birleştirici unsurdu. Ne zamanki Avrupa ve Balkanlarda milli
cereyanlar ortaya çıktı ve kullar fert olmaya başladılar, genetik, folklorik ve
inanç farklılıkları ayrımcılığı başlattı, milli devletler ortaya çıkıp
imparatorluğu terkettiler. Henüz türk kavramı gelişmediği için geriye kalanlar,
çoğunluğu islam olmak üzere dinlerine göre ayrıştılar. Gayri müslimlere
Ekalliyet (Azınlıklar) denildi. Bu unsurlar çoğunluğu rum, ermeni ve yahudi
olmak üzere, süryani, maruni, hristiyan araplardı. Laz, arnavut, çerkez, abaza,acem,
kürt gibi unsurlar ise müslüman oldukları için dışlanmamışlardı. Türkiye
Cumhuriyeti kurulurken Kul yerini kesin Fert’e bıraktı. Birleştirici unsur ise “TC
nüfus kağıdına sahip” herkes olarak ilan edildi. Burada folklorik ve dini
farklılıklar sarfı nazar edildi. Fakat devletin ismi Türkiye olarak seçilirken
halkın çoğunluğunun dili ve genetik kökeni ön planda gözetildi. Her ne kadar
halkın ismi türk olsa da dil ve genetiği farklı olanlar hem toplum hem de devlet
nazarında dışlandılar. Zamanla islami inancın da osmanlı döneminde olduğu gibi
baskın unsur haline gelmesiyle gayri müslimler yine ekalliyet safına itildiler.
Bunlara türkçeden gayri ana dil konuşanlar da eklendi. Böylece “hain rum,
afedersiniz ermeni, yahudi vatandaş, dağ türkü” gibi terimler türkçeye
girdiler. Bunun öncesinde zaten varlık vergisi, devlet memuru olamama,
askerliği er olarak yapma, mübadele gibi eylemlerle devlet bu ayrımcılığı
başlatmış, bazı gayri müslimler de kendi istekleri ile yurt dışına
yerleşmişlerdi. Şu anda, Kanada veya Fransa’da yaşayan bir türk ermenisi,
Yunanistan’daki türk rumu ve hatta Türkiye’deki Batı Trakyalı türkten daha
yalnız kişi yoktur dünyada.
Halbuki Anadolu (Anatolie) roma (rum, latin) istilasından
sonra RUM ELİ olarak isimlendirilmişti. Mevlana Celaleddin onun için RUMİ
olarak anılır. Anadolu bir yolgeçen hanıdır. Otantik halkı grek kökenli iken
birsürü işgale uğramış ve göçler almıştır. En son gelenler türki kavimler
olmuştur. Türkiye halkının genetiği en fazla etrüsk ve italyanlara yakındır. Milli
dediğimiz yemek ve müziğimiz rum ve ermenilerle aynıdır. Anadolu halkı bir
melez iken bazıları din ve dil farklılıkları ile kendi içlerinde evlenmeleri
sonucu ayrık kalmışlardır. Bugünki yaşam biçimimiz her ne kadar
araplaştırılmaya çalışılıyorsa da, moğol, uygur, kazak ve özbeklerden ziyade
italyan, yunan, ermeni biçimiyle uyumludur.
Bütün bu gerçekleri göz önüne alarak “safkan türk” ü nasıl
tarif edebiliriz ki buna uymayanları dışlayalım?
Herhangi bir toplum saflaştıkça kendi içindeki zayıf bir
grubu ayrıştırır. Böylece kuvvetliler her zaman alt edebilecekleri küçük ve
zayıf grup üzerinden kendi egemenlik ve zaferlerini ilan ederler. Bugün Türkiye’de
kürtler ve kadınlarda müşahede ettiğim ayrımcılıkta (negatif veya pozitif) ben
bu unsuru sebep olarak görüyorum. Kürtlerde gördüğümüz karşı duruşu yakında
kadınlarda da göreceğiz.
İşte hem kürt hem kadın olan Leyla Zana’nın yemini sonrası
bunları düşündüm.
Sinan Onsun
18.11.2015